Ulusların Düşüşü (Why Nations Fail) - Kitap Özeti
Türkçe’ye “Ulusların Düşüşü” olarak çevrilen, (orijinal ismi Why Nations Fail olan) kitap, ulusal açıdan güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenini ve ekonomik eşitsizliğin nedenlerini inceleyen bir çalışma. Biri Türk olan iki yazar, Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, örnekler üzerinden giderek az gelişmişliğin coğrafya, iklim veya diğer kültürel faktörlerden değil, siyasi kurumlar ve bunların işleyişinden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Popüler tabiriyle “coğrafya kader değil” ana fikrini işliyor.
Bu kitapla tanışmam aynı ikilinin yazdığı ikinci ve bunun devamı olarak nitelendirilebilecek ‘The Narrow Corridor’ isimli kitaba rastlamamla oldu. Ulusların hangi yöntemlerle sürdürülebilir kalkınma sağlayabileceği üzerine yazılmış bu ikinci kitaba girmeden önce doğru bir başlangıç olacağını düşünerek aldım. Tabir yerindeyse bir solukta bitirdim: Tarihsel akıştaki örneklerle anlatılan bu ağır konu o kadar akıcı işlenmiş ki ekonomi-politik bir metin degil akıcı bir roman okur gibi hissediyor insan.
Sürdürülebilirlik bireysel anlamda değerlendirilebilir mi?
Uzun süredir sürdürülebilirlik kavramını kurumsal ya da global değil de bireysel bağlamda elde etmenin anlamı ve yolları üzerine düşünüyorum. Sadece düşünmekle kalmadım: Son 5 yılda bu amaca yönelik kendimce adımlar attım: Biri köyde olmak üzere iki uygun maliyetli ev yaptım. İşimi verimli döngü olduğunu düşündüğüm bir alana odakladım (olumlu döngünün tarifini aşağıda 5. maddede açıklamaya çalıştım). Hayatımın sabit maliyetlerini düşürmek için adımlar attım. Sahip olduğum çevreyi daha etkin ve etkileşimli kullanmayı ya da en azından bu yönde gayret göstermeyi prensip edindim.
Diğer taraftan özellikle son yıllarda bunların hiç birinin beni makro etkilere karşı koruyamadığını da fark ettim. Yani kendi küçük çevremde ne yaparsam yapayım yaşamak istediğim hayata giden yolda kesin bir çözüm olmadığını, bunların sadece kişisel kırılganlıklarımı azaltıcı adımlar olduğunu gördüm. Dolayısıyla bu kitapla beraber sürdürülebilirlik kavramını benim yorumlamakta olduğum bireysel bağlamdan çıkarıp küresel ve ulusal anlamda da incelemek doğru olur diye düşündüm. İçinde bulunduğumuz ortamı tam olarak anlayamazsak kendimizi de buna adapte etmemiz zorlaşıyor.
Son dönemde özet çıkarmak gibi bir de alışkanlık edindim: Sürekli bilgi bombardımanı altında yaşadığımız günlerde benim için değerli içeriği ana hatlarıyla kaydetme ve bu sayede unutma riskini azaltma çabası. Bu özetler film, dizi, kitap vb alışılmış konularda olduğu gibi makale, fikir, yöntem, yaklaşım gibi konularda da olabiliyor.
‘Ulusların Düşüşü’ yönetimlere, liderlere, sistemlere, siyasal partilere ve hükümetlere isyan etme eğiliminin dünyanın her yerinde arttığı bugünlerde hemen hepimize aşina ve anlamlı hale gelen bir soruya odaklanıyor: Uluslar neden başarısız oluyor? Burası Türkiye deyip geçiyoruz ya bazen; bu bakış açısını global hale getiren ve neden öyle oluyor sorusunun yanıtını arayan yazarların ürettiği fikirlerle karşı karşıyayız.
Elit kesim yağması
Temel fikir şu: Azgelişmiş ülkelerdeki seçkinler (elit kesim), halkı ve sistemi tabir yerindeyse “yağmalıyor”. Bu tabiri kullanmadan önce epey düşündüm ama sonunda daha hafif bir tabir kullanmanın kitapta kast edileni çarpıtmak olacağına karar verdim. Bu noktayı biraz açıklamak istiyorum: Ulusal anlamda yaşanan ve “yağma” olarak tarif edilen, o ülkedeki eliti koruyan ve halkı sürekli yoksullaştıran süreçlerin, yani ekonomik, politik, sosyal, yönetimsel işleyişlerin bütünü; ülkenin genel hali deyip daha fazla detaya burada girmeyeceğim, birazdan örneklerle netleşecek. Bu durum (elit kesimin yükselip geri kalanın düşüşü) gelişmiş ülkelerde de pek farklı değil ama oradaki yoksulluğun ölçeği ve halkın genel durumu diğer grup kadar kötü olmadığı için etkisi azgelişmiş ülkelerdeki kadar dramatik olmuyor.
Kitap coğrafya konusunun gelişmişliğin belirleyicisi olmadığını gösteren örneklerle başlıyor: İlki yarısı Meksika diğer yarısı Amerika Birleşik Devletleri’nde olan Nogales şehrinin hikayesi. Sınırın ABD tarafındaki Nogales’teki insanlar iyi eğitimli, refah içinde ve uzun yaşam sürelerine, Meksika tarafındakiler fakir, kötü eğitimli ve daha kısa yaşam beklentilerine sahipler. Bu farklılıkları coğrafya veya kültürle açıklamanın zor olduğunu iddia eden yazarlar şunu söylüyor: “Gelişim farklarına farklı hükümetler ve yönetim yaklaşımları neden oluyor“. Amerika Birleşik Devletleri tarihsel olarak teknolojik yeniliği teşvik eden ve zenginliği nüfusa yayan çoğulcu kurumlar kurduğuna, buna karşılık Meksika’da zamanında İspanyol fatihlerin kurduğu, sermaye ve mülkiyet haklarını öne çıkaran, eğitimi kısıtlayan sömürücü kurum ve sistemler olduğuna dikkat çekiliyor. Kitaba göre bu bağlamda hükümetler kalkınmaya (gelişime) direnirler çünkü büyüme ve kalkınmanın yaratıcı yıkıma (creative destruction) neden olacağını düşünürler. Onlara göre eğer ülke kalkınırsa ülke içindeki güç sahipliğinin değişecek, refah yeni oluşacak seçkin bir kesime taşınacak ve statükonun bugün sahip olduğu zenginlik ve otoritesi tehdit altında kalacak.
Acemoğlu ve Robinson henüz bu ilk örnekle kitabın ana fikrini güçlü bir şekilde vurguluyor: Ekonomik gelişme, ekonomik politikadaki teknik boyutlara değil, demokratik, çoğulcu siyasi kurumların yaratılmasına bağlı. Yani siyasi yapılar ekonomik gelişmişliği belirliyor.
Kitabın bütününe yayılmış ve çoğu güncel ve geçerli örneklerle bu fikri arka arkaya ve farklı açılarla doğrulayan bir örgü kurmuş yazarlar. Bu özet ile verilen örneklerle varılmaya çalışılan ana fikir ve çıkarımları gruplamaya çalıştım.
Anahtar fikirler
1. Bir ülkenin gelişmişlik seviyesi coğrafyası ya da kültürüyle açıklanamaz.
Tarihsel olarak, ekonomistler ve teorisyenler, toprağı verimli olan ılıman iklimlerdeki toplumların, toprağın fakir olduğu tropik bölgelerdeki toplumlardan daha müreffeh olma ihtimalinin yüksek olduğunu savundular. Alman teorisyen Max Weber ayrıca belirli kültürlerin daha çalışkan olduğunu ve böylece müreffeh hale geldiğini öne sürdü. Yani literatürde genel bir coğrafya kaderdir argümanı var.
Ancak öyle örnekler var ki bunun tersini gösteriyor: Dünyanın fakir ülkelerinden sayılan tropik Amerika ülkelerinden çok daha önce aynı coğrafyada yaşayan Aztek imparatorluğu, Kolomb (Amerika’nın keşfi) öncesi dönemdeki Kuzey Amerika kültürlerinden o zamanın koşullarına göre daha müreffeh ve gelişmiş bir topluluktu. Benzer şekilde 1950’lere kadar aynı kültür ve iklimde yetişen Kuzey & Güney Kore arasındaki fark da iyi bir örnek: Güney Kore sanayileşmiş ve başarılı ülkeler arasında yer alırken Kuzey Kore dünyanın en yoksul halklarından birine sahip.
Acemoğlu ve Robinson özellikle Orta Amerika örneklerine odaklanarak ulusal seviyede coğrafya ve kültürün kalkınmayı belirlemediğine işaret ediyor. Kosta Rika’nın hemen yanında Nikaragua var. İklim ve kültür bakımından komşularına benzese de, Kosta Rika diğer Orta Amerika ülkelerinden çok daha refah içinde. Kosta Rika’nın 2013 yılında kişi başına düşen GSYİH’si 13.570 dolar iken Nikaragua’nınki sadece 4.510 dolar; bu da onu Amerika’nın en fakir ülkelerinden biri haline getiriyor ve dünyada da Haiti’den sonra ikinci sırada. Aslında, Kosta Rika ve Nikaragua arasındaki refah farkı o kadar büyük ki birçok Nikaragualı Kosta Rika’ya göç ediyor. Kosta Rika’da 350.000 ila 500.000 Nikaragualı yaşıyor. Nikaragua’lıların göçü, Meksikalıların Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmeye çalışmasıyla aynı nedenden (bkz: Trump’ın başkan olduğu dönemde yapmaya çalıştığı duvar) dolayı Kosta Rika’ya geliyorlar – bu iki komşu iki ülkedeki refah ve fırsat seviyeleri arasındaki o kadar büyük ki halkın içinden belirli bir kesim ülkesini terk etmeyi tercih ediyor.
Burada ana mesaj şu: Eğer Coğrafya ve kültür kalkınmayı belirleseydi, benzer coğrafyada yaşayan ve benzer tarihsel kültürlerden gelen komşular arasında bu tür bir ekonomik eşitsizlik mümkün olmazdı.
2. Gelişmişlik, politik kurumların yapılarındaki farklara bağlı; Katılımcı – çoğulcu (pluralist) kurumlar gelişimi sağlayan en önemli unsur.
Güney Kore, Kuzey Kore’den daha gelişmiş çünkü Kuzey Kore vatandaşlarından bilinçli olarak servet çeken baskıcı bir diktatörlük tarafından yönetiliyor. Ülkeler, insanları sömüren ve onları yoksulluk içinde tutan hükümetler tarafından yönetildiklerinde fakirleşiyor.
Hükümetler çoğulcu, açık ve inovasyonu teşvik ettiğinde ise (örneğin İngiltere’de olduğu gibi) ekonomiler büyüyüp ve gelişiyor. Hükümetler diktatör olduklarında ve (örn: Sierra Leone’de olduğu gibi) az sayıda insanı zengin etmeye çalıştıklarında, ekonomiler durgunlaşır.
Modern İspanya deneyimi, demokratik çoğulcu sistem ile refah arasındaki güçlü bağlantıyı gösteren iyi bir örnek: İspanya, 1936’dan Franco’nun öldüğü 1975’e kadar Francisco Franco’nun kontrolü altında askeri bir diktatörlüktü. Bu noktada tahtın varisi Kral Juan Carlos eski konumuna getirildi. Ama ülkeyi bir hükümdar olarak yönetme fırsatına sahip olmasına rağmen bunun yerine ülkeyi temsili bir demokrasiye taşıdı. Parlamento seçimleri yapıldı, 1978’de yeni bir anayasa yapıldı ve ordunun yeniden iktidara gelme çabaları sonuçsuz kaldı. Aynı dönemde sendikalar yasallaştırıldı, kaynakların daha adil dağılımı sağlandı ve sermaye (ticaret için sağlanan) finansman herkes için daha erişilebilir hale getirildi. Kanunlardaki bir dizi değişiklik yeniliği ve endüstriyi teşvik etti. İspanyol halkı daha büyük mülkiyet haklarına sahip oldular, bunun güvencelerinden yararlanmaya ve kendi emeklerinin meyvelerini toplamaya başladı. Sonuç ekonomik bir patlama oldu. 1975 ile 2015 arasında ekonomi 10 kat büyüdü ve kişi başına düşen gelir 3.000 dolardan 30.000 dolara yükseldi. İhracat üç katına çıktı, turizm patladı ve nüfus 10,4 milyondan 46,4 milyona yükseldi. Bu artışın büyük bir kısmı İspanya’ya yaşanan göç nedeniyle oldu: Sömürücü bir hükümetten çoğulcu bir hükümete geçiş, İspanya’yı, hükümetin kendi emeklerini çalacağından korkmadan çok çalışabilecekleri bir fırsat ülkesi olarak gören başka ülkelerden insanlar için çekici hale getirdi.
3. Tarihin akışında küçük gibi görünen değişiklikler politik kurumların yapılarında uzun vadede büyük farklara dönüşebilir.
Tarihteki belirli kritik dönemeçler, daha fazla açıklık ve çoğulculuk ya da tam tersi daha baskıcı yönetimlerin önünü açabilir. Örneğin, on dördüncü yüzyılda yaşanan ‘Kara Ölüm’ (veba salgını) İngiltere’nin nüfusunu önemli ölçüde azalttı. İşgücünün azalmasıyla birlikte işçilerin ücretleri yükseldi. Aristokrasinin tüm çabalarına rağmen, işçiler daha fazla servet ve güç kazandılar. Bu durum sonraki yüzyıllarda İngiltere’nin çoğulcu ve katılımcı kurumlarının gelişmesinin yolunu açtı. Buna karşılık, Doğu Avrupa’da kasabalar daha küçüktü ve dolayısıyla aristokrasi daha iyi organize oldu. Sonuç olarak, işgücü azaldığında işçiler güç kazanamadı. Bunun yerine, arazi sahipleri ve lordlar daha fazla toprak elde ederek köylülerin hareket özgürlüğünü kısıtladı. İngiltere daha fazla özgürlüğe doğru ilerlerken, Doğu Avrupa, serflerin (kölelerin) zorla çalıştırılmasına dayanan, her zamankinden de daha sömürücü bir ekonomiye doğru ilerledi.
Veba salgını Avrupa’nın bazı bölgelerinde daha fazla demokrasiye yol açarken diğerlerinde daha az demokrasiye neden olduysa gelecekteki felaketler de benzer etki yaratabilir, iyi organize olmuş yeni topluluklar farklı ekonomik fırsatlara erişebilir ve elit güçlerin kurup korumaya çalıştıkları hiyerarşilerine meydan okuyabilir. Ancak diğer alanlarda, yani özellikle gelişmemiş/az gelişmiş ülkelerdeki elitler değişimden yararlanmak için en iyi konumda olacak, kaynaklar üzerindeki denetimlerini sıkılaştıracak ve ne yazık ki insanların yoksulluklarından faydalanacaktır; kurumların çoğulcu olmadığı (yani kararların katılımcı süreçlerle alınmadığı) ortamlarda doğal gelişim bu yönde oluyor.
İklim değişikliğinin siyasi kurumlar ve kalkınma üzerinde muhtemelen tek ve kaçınılmaz bir etkisi olmayacak. Aksine, farklı ülkelerdeki mevcut kurumlardaki küçük farklılıklar, farklı yerlerde farklı sonuçlar, farklı ülkelerde tamamen farklı gelişim düzeyleri yaratacak şekilde hayat bulacak diyor yazarlar Acemoğlu ve Robinson.
4. Sık görülen bir durum: Politik kurumlar tarihsel rastlantılarla şekillenir. Bir çok vakada küçük tercih farkları bir ülkenin demokratik mi yoksa otoriter bir rejime mi sahip olacağını belirler.
Demokratik kurumların gelişimi, birçok durumda tarihsel tesadüflere bağlıdır. Örneğin İngiltere’nin demokrasiye giden yolu, güç için aristokrasiye meydan okuyabilecek bir tüccar sınıfının varlığı sayesinde ve bu sınıfın artan gücü üzerine gelişti. Bu tüccar sınıfın büyümesi, büyük ölçüde İngiliz donanmasının İspanyol donanmasına karşı kazandığı ve denizleri İngiliz ticaretine açan zaferlernden kaynaklandı. İngilizler, savaş sırasında çıkan fırtınalar ve aniden ölen deneyimli bir ispanyol komutan nedeniyle İspanyol donanmasını yenmeyi başardılar. Kötü hava koşulları ve bir çok rastlantısal gelişme olmasaydı belki de Birleşik Krallık asla bugün sahip olduğu demokrasi altyapısını geliştiremeyecekti.
5. Katılımcı kurumlar verimli, sömürücü kurumlar kısır döngüler oluşturuyor. Verimli döngüler özgürlük ve gelişim, kısır döngüler ise yoksulluk ve baskı yaratıyor.
Bana göre kitabın en katma değerli boyutlarından biri verimli döngü kavramı. Yazarlar bu kavramı işledikçe olumlu sonuç üreten sistem ve süreçler olarak tanımlıyor. Yine İngiltere örneğinden yola çıkarsak kritik kararlar için sadece büyük güç odaklarının (elit kesim) değil, halkın büyük çoğunluğunun onayını alması gereken hükümet vatandaşlarıyla katılımcı bir etkileşime girdiği için zamanla kararlar daha fazla halk tercihlerini yansıtır hale gelmeye başlıyor. Bu tipik bir verimli döngü: İnsanlar devlete verdikleri dilekçeler ile tercihlerini ve ne istediklerini ifade ediyor, bu istekler kritik kararlarda mümkün olduğunca dikkate alınıyor.
Acemoğlu’na göre çoğulcu yapıya sahip katılımcı kurumlar kurulup başarıyla fonksiyon göstermeye başladığında sistemin bütünü verimli bir döngü içine giriyor, kendisini sürdürme ve güçlendirme eğiliminde oluyor. Hükümet, küçük bir oligark (örn: şirket – sermaye sahipleri) grubundan ziyade birçok insanın onayına bağlı olduğundan, baskıcı önlemler almaktansa hükümeti yavaş yavaş reforme etmek daha kolay hale geliyor. Bu sistemi adım adım benimseyen ve işleten Britanya, birkaç yüzyıl boyunca yavaş yavaş gerçek bir temsili demokrasiye doğru ilerlemeyi başarmış gibi görünüyor.
Verimli döngünün yaratılamadığı ortamda ise sömürücü kurumlar oluşmaya başlıyor. İlginç olan boyut sömürücü kurumların da kendilerini devam ettirme eğiliminde olmaları. Güç bir kez elitlerin ellerinde toplandığında, onlara meydan okumak çok zor hale geliyor. Acemoglu ve Robinson’a göre Rusya, ülkelerin kendilerini sömürücü, demokratik olmayan siyasi kurumlardan kurtarmakta yaşadıkları zorluğun çarpıcı bir örneğidir. Yaklaşık 300 yıl mutlak bir monarşi ile yönetilen Rusya, Romanov hanedanının kurduğu baskıcı bir rejimle yönetildi. Sömürücü kurumların baskınlığı nedeniyle 1917’deki Bolşevik isyanıyla devrilen monarşi sonrası durum pek değişmedi. Değişim ve yenilenme getirmesi beklenen devrim, Sovyet başbakanı Josef Stalin’in siyasi muhalifleri olarak gördüğü milyonlarca kişiyi öldürdüğü ve Romanov hanedanının kurduğundan daha da baskıcı bir yönetim getirdi. Bu komünist rejim de yeni özgürlük ve demokrasi vaatleri arasında 1989’da devrildi ancak yeni seçilen temsilciler de yozlaşmıştı ve Rusya hükümeti bir kez daha özgürlükleri kısıtlayan ve kendisini ve dostlarını zenginleştirme odaklı otoriter yönetici Vladimir Putin’in kontrolü altına girdi. Rusya’nın sömürücü kurumları, çoklu devrime rağmen dikkate değer şekilde ayakta kaldı.
6. Zayıf hükümetler toplumsal kaosa yol açıyor ve gelişimin önünü kesiyor.
Bundan önceki örneklerde otoriter ve baskıcı rejimlerin yarattığı sıkıntıları gördük. Bu durumda hükümetin ülkenin operasyonundaki ağırlığını azaltalım, güçlerini elinden alalım diye düşünebilirsiniz. Acemoğlu’na göre bu yaklaşımın da sorunları var: Güçlü bir merkezi otoriteye sahip olmayan devletler bu zayıflık nedeniyle yavaş yavaş kendi içinde mücadele eden hiziplerin kontrolüne girme eğiliminde oluyor. Yani devletin yarattığı otorite boşluğunu alt kademelerdeki bazı güç odakları dolduruyor.
Kişisel güvenliğin düşük, mülkiyet hakkının da kısıtlı olduğu ortamda gelişme imkansıza yakındır diyor yazarlar. Örn: Afganistan gibi hükümetlerin topraklarını kontrol edemediği veya temel güvenliği sağlayamadığı ülkeler dünyanın en yoksulları arasında yer alıyor.
Birçok ekonomist ve uzman şiddet ve çatışmanın dünya çapında yoksulluğun başlıca nedeni olduğunu savunuyor. Dünya Kalkınma Raporu, şiddetin birçok ülkeyi kaçınamadığı verimsiz / kısır döngülere sürüklediğini ve dolayısıyla bu ülkelerde yoksulluğun yaygınlaştığını anlatıyor. 2000 ile 2011 yılları arasında iç savaş yaşayan otuz dokuz ülke, öncesindeki 1970 ile 2000 yılları arasında iç savaş yaşamış ülkeler. Yani sürekli kendini tekrarlayan şiddet, insanlar yoksulluk ve yetersiz beslenmeye sürüklüyor. Çatışmasız yaşayan ülkelere göre en az iki misli yokluk çeken bu ülkelerde bebek ölümleri de iki kat daha fazla.
Bu nedenlerle yoksulluğu sona erdirmek için öncelikle şiddet ve savaşı bitirmek gerekiyor.
7. Baskıcı rejimlerin yarattıkları gelişim uzun vadede kalıcı olmuyor.
Otoriter hükümetlerin şöyle bir avantajı olabiliyor: Kimseye hesap vermeden hareket etme kabiliyetleri olduğu için zaman zaman kaynakları üretken sektörlere kaydırarak büyüme sağlayabiliyor. Sovyetler Birliği, 1970’ten önceki yıllarda sanayi ve ordunun büyümesini teşvik eden merkezi sanayileşme yoluyla etkileyici bir büyüme elde etti. Bununla birlikte Acemoğlu ve Robinson, aynı otoriter hükümet yapısının, yarattığı sömürücü kurum ve yapılar nedeniyle er ya da geç gelişim ve kalkınmayı boğup kaynakları üretken faaliyetlerden uzaklaştırdığı görüşünü savunuyor. Örneğin Sovyetler Birliği’nin büyümesi 1970’den sonra durdu.
Benzer şekilde Çin hükümeti çoğulcu, temsili siyasi kurumlara doğru hareket etmedikçe, ekonomik patlaması bir noktada yavaşlayacak ve ardından duracak diyor kitap. Bu duruma örnek olarak 2016 itibariyle, Çin’in ekonomik büyümesi eskiye oranla zayıflıyor olmasına işaret ediyor. Bu konuda bir başka iddia da geçen 25 yılda Çin hükümetinin ekonomik rakamları manipüle ettiği ve gerçek büyümenin daha da düşük olduğuna dair bulgular olduğu. Hisse senedi piyasalarının zayıf olduğu ortamda artan toplam borç, ekonominin kısa vadede toparlanma olasılığının düşük olduğuu gösteriyor. Kitaba göre Çin’in ekonomik gündemiyle ilgili tek olumlu unsur güçlü imalat sektörü.
8. Yabancı yardım fakir ulusları yoksulluktan kurtaramıyor.
Ekonomistler ve kalkınma uzmanları genellikle az gelişmişliğin nedeni bilgi veya finansman eksikliği gibi davranırlar. Bu iki konuda sağlanan yardım ve teknik uzmanlığın ülkeleri yoksulluktan kurtaracağı ve yoksulluğa çare olacağı varsayımıyla hareket edilir.
Sömürücü yapıların hakim olduğu hükümetler, dış yardımı reddetmez; alır ve ona el koyar. Acemoğu’na göre ABD’nin Kolombiya’ya yaptığı yardım, dış yardımın başarısızlığına güzel bir örnek. Amerika Birleşik Devletleri yardım ettiği Kolombiya’nın yakın bir müttefiki oldu ve Álvaro Uribe hükümetine 2002 ile 2010 arasında toplam 6 milyar dolar finansal destek sağladı. Bu yardımın amacı, Uribe hükümetinin uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizmi yenmesine yardımcı olmaktı. Bunun yerine ülkeye gelen yardım, bilgisayar ve telefon dinleme cihazları gibi birçok ABD kaynağı, Uribe tarafından Yüksek Mahkeme yargıçları da dahil olmak üzere siyasi muhalifleri hedef almak ve bastırmak için kullanıldı. Sonuçta yabancı yardım, demokratik kurumları ve onların yaratması beklenen verimli döngüleri baltalamaktan başka bir amaca hizmet etmedi.
Bunların bizim açımızdan anlamı ne?
Hem Daron Acemoğlu hem de James A. Robinson akademik ekonomist. Yukarıdaki sekiz maddede özetlemeye çalıştığım kalkınma ve yoksulluk konusunda ürettikleri fikirler, yoksulluğun nedenlerini ve onu hafifletme stratejilerini çevreleyen akademik politika tartışmalarından geliyor. Yani kitap “koşullar nasıl olsaydı bu yoksulluk ve gelişmeme hali yaşanmazdı?” sorusuna odaklanıyor.
Coğrafya, kültür veya siyasi kurumların yapısının kalkınma farklılıklarına neden olup olmadığı konusu hala tartışmalı. Toplulukları oluşturan bireylerin kendi yaşam alanlarını oluşturma kabiliyetine inanan biri olarak ben bu tartışmaları çok yakından takip etmiyorum. Diğer taraftan bu kitaptaki ana fikrin, yani bu üçlüden sonuncusu olan politik kurumların yapısının diğerlerine oranla daha büyük etkiye sahip olduğu konusundaki görüşlerini anlayıp kabullendim diyebilirim.
Benim özet çıkarmak konusundaki temel motivasyonum hayatıma katacağı kalite odaklı: Bana ya da çevreme katkıda bulunabilecek kavramları anlamaya, yorumlamaya ve anladıklarımı (mümkünse) hayat pratiklerimin içine almaya çalışıyorum. Ulusların Düşüşü bana bu anlamda şaşırtıcı farkındalıklar sağladı: İçinde yaşadığımız sosyo-politik ortam ve bunların kurduğu büyük düzenin, biz Türkiye’de yaşayanlar için oluşturduğu döngülerin neden birçok açıdan olumsuz döngüler olduğunu fark ettim. Bunu iktidarın kimde olduğundan bağımsız olarak söylüyorum; bu hayatta olduğum elli iki yıl boyunca gözlemleyebildiğim kadarıyla hemen her dönemde benzer bir yapıya sahiptik aslında. Son 10 yıllık dönemle ilgili büyük fark, bu kısır döngüleri yaratan kurumların denge ve denetleme mekanizmalarının dışına taşmayı ve orada kalmayı başarmış olmaları. Yönetim otoritesinin her geçen gün daha az sorgulanabilir, sorumlu tutulabilir ve dolayısıyla dengelenebilir hale gelen güçlü ve katı yapılarının biz bireyler için önemli bir anlamı var: Otoritenin niyetinin iyi olmasına muhtacız artık. Durumun öyle olmadığı vakalarda onları dizginleyecek neredeyse hiç bir mekanizma kalmamış.
Bu durumda ne yapabiliriz? Temel amaç olarak hayatının merkezine özgür, medeni, üretken, huzurlu bir hayat sürmeyi koyan bireyin makul yaklaşımı ne olabilir?
Ulusların düşüşünü okuduktan sonra bu sorunun yanıtı bir miktar zorlaştı benim için; üretken ve kendine odaklı olmanın en sürdürülebilir bireysel yaklaşım olduğunu düşünürdüm. Artık bu yaklaşımın, içinde varolmaya çalıştığım hayatın verimsiz yapısı ve bu yapının kurduğu sömürücü kurumların kurbanı olmasından kaygı duyuyorum. Bu kaygının tek nedeni üzerine konuştuğumuz kitap değil. Ama içinde bulunduğu durumu böylesine iyi tarif eden bir içeriğe rastlamak insanı düşündürüp aydınlatıyor.
Daha önce de benzer bir muhakeme içine girmiş, kimi yaklaşımlar geliştirmiş biri olarak şunu iyi biliyorum: Beni olumsuz etkileme ihtimali olan bu ölçüdeki döngülerle tek başına mücadele etmek zor. Diğer taraftan temel değer olarak özgür ve bağımsızlığı tercih eden bireylerin özel hayatlarıyla bu kadar ilgili bir konuda beraber hareket etmeleri de kolay değil. Yani bir taraftan benzer düşünen insanlar arasında bir dayanışma içinde olmanın önemine inanıyor, diğer taraftan bu insanların hayal ettiği ölçüde bir işbirliği içinde olmalarının kolay olmadığını da biliyorum. Yapmak istediğimle olduğum insan arasında bir çelişki var. Bu kapsamlı ve başlıbaşına değerlendirilmesi gereken ayrı bir konu, yani bu çelişkiyi bu yazıda çözmeye çalışmayacağım.
Ulusların Düşüşü için yazdığım bu özet ve yorum yazısını bitirirken birkaç noktayı vurgulamak daha vermek istiyorum: Yazarlardan Daron Acemoğlu Türkiye’de, James Robinson da İngiltere’de doğmuş. Her ikisi de şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor ve kitap boyunca ileri seviye demokrasi ve serbest ticaretin, ekonomik kalkınmaya giden en iyi yol olduğunu savunuyorlar. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin başarısını, sahip oldukları kölelere ya da kurdukları sömürgelerinin emeğini kullanma geçmişlerinden ziyade zamanla yaratıp büyüttükleri açıklık, demokrasi, hesap verebilirliği öne çıkaran denge ve denetleme mekanizmalarına bağlıyorlar. Acemoğlu ve Robinson’a göre devlet dizginlenmesi gereken bir canavar. Eğer dizginlenebilirse halk için çalışıyor, tersi olursa zamanla oluşan ve köklenen yapı (devlet + elit kesim) halkı sömüren bir düzen kuruyor.
Kitapta tekrarlanan vurgulardan biri sürdürülebilir kalkınmanın ‘erdem’le bağlantılı olduğu görüşü; yani kitaba göre uluslar başarılı oldukları ölçüde erdemli olarak algılanır. Kitap, ABD ve İngiltere gibi emperyalist yaklaşıma sahip ulusların Afrika ve Latin Amerika’daki ulusları yoksullaştıran sömürücü kurumları nasıl dayattığını açıkça anlatıyor. Ancak demokratik bir ulustaki ekonomik başarının, diğerinin demokratik olmayan sömürüsüne bağlı olabileceği ihtimaline pek girmiyor. Yani Uluslar Düşüşü, bazı açılardan tartışmalı bir teori sunuyor.
Bu kitabı okumak benim açımdan aydınlatıcı, kişisel dünyama odaklandığım için bir süredir pek odaklanmadığım global düzene dair düşüncelerimi toparlayıcı bir deneyim oldu. Kitabın özellikle emperyalist bakış açısının temsilcileri sayılan ABD ve İngiltere örneklerini fazlasıyla yücelttiğinin farkındayım. Diğer taraftan bu yönde oluşturulan argümanın tutarlı olduğunu da söylemek durumundayım: Birinde üç yıl bizzat yaşadığım, diğerini de yakından takip ettiğim bu iki ülke benim de şahsen sevip sahiplendiğim katılımcı süreçler açısından dünyada eşine az rastladığım örneklere ev sahipliği yapıyor.
Bu kitapla ilgili bir yargıya varmak için yazarların argümanlarını netletirdikleriikinci kitapları olan Dar Koridor’u okumam gerekir diye düşünüyorum.
O güne kadar herkese olumlu döngülere yakın oldukları ve çoğulcu siyasi kurumların hakim olduğu ortamlarda bir yaşam dilerim.
Yalçın Arsan
Temmuz 2021