Korona Günlerinde Bilim-Kurgu

Mantığın ve mantıklı düşünmenin ne olduğunu Spock’tan, ona duygu ve heyecan katarak daha etkili hale getirmenin faydalarını Kaptan Kirk’den öğrenen bir nesilden geliyorum

Korona Günlerinde Bilim-Kurgu

Neydi karantina döneminde beni bilim-kurguya böylesi güçlü şekilde iten? Merak mı? Sanmıyorum; hayatımda yeni bir olgu değil, çocukluğumdan beri okur, izlerim. Boş zaman bolluğu mu? O da değil; son yıllarda zaten epey boş zamanım var, neden özellikle şimdi? Bu yazı ile şu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyorum: Covid-19 salgını ile izolasyonun arttığı günlerde beni bilim-kurguya daha meraklı hale getiren şey nedir?

Mantığın ve mantıklı düşünmenin ne olduğunu Spock’tan, ona duygu ve heyecan katarak daha etkili hale getirmenin faydalarını Kaptan Kirk’den öğrenen bir nesilden geliyorum. Çocukluğumun önemli anılardan biri olan ve benim için bir televizyon dizisi olmaktan öte anlam taşıyan Star Trek (Türkçe adıyla Uzay Yolu’nun) her bölümü şöyle bir nakarat ile başlardı:

Uzay: Son sınır. Bunlar uzay gemisi Atılgan’ın yolcukları. Beş yıl sürecek yolculuğun amacı yeni toplum ve medeniyetlere ulaşmak, yeni dünyalar keşfedip hiç gidilmemiş yerlere gitmek

Sanırım 10 yaşın biraz üzerindeydim Star Trek ile tanıştığımda. Akıl uçuran bir deneyimdi. Her hafta yeni bölümü heyecanla beklemekten öte her yerde onu arar, konuşur, hakkında bulduğum her şeyi okur, ilgilendiğini bildiğim herkesle konuşur (daha doğrusu konuşmaya çabalar) olduğumu hatırlıyorum. Türkiye’de yaşayan biri için kolay bir çaba değildi bu: 1980’li yıllar kitabın zor bulunduğu, TV yayının kısıtlı olduğu, derginin çocuklar için Milliyet Çocuk, geri kanalar için Nokta dergisiyle sınırlandığı yıllardı. Belki bir de Tübitak Bilim dergisi…

Bu noktada Star Trek özelinden çıkmakta fayda var; amacım bir TV dizisine odaklanmak değil. İlginçtir, aynı Korona virüsü gibi insanın nefesini kesen bir durum bu Bilim Kurgu merakı; birini tüketip diğerine geçmek istiyor insan. Ve o çocuk aklım ve imkanımla araştırdıkça gördüm ki zor olsa da tamamen imkansız değildi bilim kurgu içeriğine erişim.

80’lerde (ve hatta 90’larda da) çok zor bulunan bilim kurgu romanlarından edinebildiklerim

Biraz ısrar ve sürekli bir arayışla her yerden örnekler bulmaya başladım: Anneannemin yaşadığı Foça’daki kütüphaneden Doktor Kim (Doctor Who), bir seneliğine hazırlık sınıfı okurken yaşadığım Ankara Kızılay’da ismini hatırlamadığım bir kitapçıdan Uzay Yolu (Gizli Görev isimli kitap), Uzay:1999 (Space:1999) ve zaman içinde az sayıda yayınlanan Doktor Kim’in farklı kitaplarını bulmayı başardım. Bu arada TRT Uzay:1999 TV serisini de yayınlamaya başlamıştı. Bilim kurgu dünyasının önemli öğelerinden zaman yolculuğu kavramı ve dünyanın radyoaktif çöplüğü ay üssü Alpha’da yaşayan Komutan Koenig ve Doktor Helena Russel ile tanışmam o dönemdedir.

Star Trek, Space:1999, Doctor Who, Star Wars vs…

Tanıştıkça daha da gömüldüm rengarenk karakterler ve farklı anlatıların içine. Uzay Yolu ütopik bir hikaye idi: Sonsuz evrende dolaşıp farklı gezegenler keşfeden, buradaki sorunları çözmek için yerel halka yardım eden Uzay Gemisi Atılgan ve ekibini hayranlık içinde takip ettim, bir gün biz de “ışınla beni scotty!” der miyiz diye meraklandım.

Doktor Kim sağolsun, ‘zamanda yolculuk‘ çocukken karşılaştığım en etkileyici kavramlardan biri oldu. Zamanda ileri /geri gitme pratiği ne işe yarar acaba diye düşünürken anarşist bir İngiliz grubun zaman makinesiyle geri gidip insanlığı yok eden savaşı engellemeye çalışmasını hayretler içinde okuyunca olayı anladım: Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için kullanılabilirdi mesela. Ama insanın olduğu yerde iyilik kadar kötülük de var; kimileri de tam tersi amaçlarla kullandılar zaman makinesini. Amacı bir kenara bıraksam bile şekil konusu başlı başına kafa karıştırıcıydı. Şu noktada epey karıştım ve uzun süre işin içinden çıkamadım (hala da tam olarak çıkabilmiş değilim): Zamanda geri gidip bir şeyleri değiştirmeye çalışanların çoğunlukla sonuç elde edemiyor, değiştirdikleri unsura rağmen aslında zaten o değiştirdikleri de akıştaki zamanın parçası olduğu için, nihai sonuç değişmiyordu çoğu zaman. Peki o zaman zamanda yolculuk yapmanın anlamı ya da faydası neydi?

Space:1999 (Uzay: 1999) ise en az Start Trek kadar orjinal, biraz daha bilimsel, biraz daha insansı, biraz daha günceldi. Star Trek gibi yüzyıllar sonrasından değil 1999 yılından bahsediyordu. Üstelik her akşam gördüğümüz dünyanın uydusu ayda geçiyor, daha daha mütevazi, daha küçük hikayelerle yetiniyordu. Yine de “kara delik” konusunun benim için mucidi bu dizi ve yukarıda resmi olan kitaptır. Hala da ondan daha iyi tarif edene rastlamadım.

Uzay 1999: Pek bilinmeyen bir bilim kurgu cevheri

Ve tabi ki Star Wars. Bütün görkemine, filmleri kaçırmadan izlememe, tüm detaylarını bilmeme rağmen nedense tam bir meraklısı haline gelemediğim meşhur “Yıldız Savaşları” dizisi. Temelde sadece bir iyi/kötü savaşı olduğundan mıdır yoksa hikayeyi sevemediğimden mi bilmiyorum ama Star Wars’da etkilendiğim tek karakter Han Solo, tek olay da onun karbonize edilmesi oldu. Tuhaf, ama o sadece kadar kaldı benden koca Start Wars’dan.

Yani kısaca özetlemek gerekirse Star Trek ile ütopyanın sihirli iyimserliğini tatmış, Space: 1999 ile herşeyin öyle pek mükemmel olmadığını fark etmiş, Doktor Kim ile zaman ve mekan gibi karmaşık kavramların içinde iyice çalkalanıp aklı karışmış, Star Wars ile bilim kurgunun bile pop kültüründen kaçamadığını fark etmiş, bu esrarengiz konuya karşı sonsuz bir merakla donanmış bir genç olarak girdim 20’li yaşlarıma.

Distopya

Orijinal Blade Runner posterinden bir kesit

Sonra Blade Runner geldi. Tokat gibiydi, çünkü karanlık bir gelecek çiziyordu. Hem ne karanlık: Hizmet için üretilmiş insana benzeyen robotların bazıları kontrolden çıktığı için onları avlayan bir ekip. Sonra tahmin edeceğiniz gibi kim insan, kim robot karışıyor. Son noktada ise aslında bunun ne önemi var sorusunu yanıtlayamıyorsunuz (bkz: Günümüzün büyük yapımlarından Westworld‘ün hikayesi de budur temelinde). Yakın geçmişte çekilen devam niteliğindeki Blade Runner: 2049‘da da mesaj ve içerik hemen hemen aynı (yakalarsanız kaçırmayın; ilkini seyretmiş olsanız da olmasanız da şahane bir yapım).

Distopya yaklaşımı Blade Runner ile sınırlı kalsa olaya bir istisna olarak bakmam mümkün olurdu; ama 80’ler ve 90’lardan sonra geniş kitlelere ulaşan bilim kurgu eserlerinin çoğu karanlık, karmaşık, zorluklar ve savaşlarla dolu bir gelecek hayal etti. 2000’li yılların Battlestar Galactica‘sı, Star Trek’in yeni versiyonları, son yıllarda küçük ama sadık bir kitleye erişen The Expanse gibi birçok hikayede de durum benzer. İnsanlık büyük zorluklar içinde debelenip duruyor.

Edebiyat uzmanı değilim ama bu durumu bir ölçüde ‘roman’ denen edebi eserin kurgusal yapısına bağlamak mümkün: Zorluklar ve hatta imkansızlıklarla dolu bir gelecek yazar açısından uygun bir yaratıcılık ortamı yaratıyor olabilir. Sonuçta baş kahramanın karşılaştığı zorlukları, verdiği büyük mücadele ile yeniyor olma hali tipik roman yapısının temelini oluşturuyor. Ama tek nedenin bu olduğunu düşünmüyorum. Daha geçerli bir sebep daha var bana göre: Gözlem kabiliyeti yüksek herhangi birinin bugün ve yakın geçmişe bakarak yaptığı tahmin ile geleceği karanlık görme olasılığı çok yüksek. Yani yazar istese de istemese de elindeki veriye bakarak geleceği zorluklar içinde tarif etmek zorunda kalıyor olabilir.

Bu durumda sormak zorunda hissediyorum kendimi: İnsanlığın geleceği gerçekten böyle mi olacak? Hani uzaya gidip yeni dünyalar, toplumlar, medeniyetler keşfediyorduk?..

Bugün: Neden bilim kurgu?

Benim için bu yazının amacı zamanımızın çoğunu evde geçirdiğimiz Korona günlerinde neden bilim-kurguya sarılmış olduğumun yanıtını aramak. Bu soru üzerine epey düşündüm ve birkaç senaryom var.

En basit açıklama içeriği ilginç buluyor olmak. Başlarda böyleydi aslında. Konu olarak o kadar geniş bir yelpaze var, görsel olarak herşey o kadar zengin ki büyüsüne kapılmamak zor. Ama bu senaryo kısa ömürlü: En renkli gelecek bile üzerinde biraz durunca sıradanlaşıyor. Yani ilk adımda evet, ama sonrasında da ısrar ve kararlılıkla devam eden, gitgide büyüyen bir heves için yeterli bir açıklama değil.

İkinci açıklamam daha duygusal: Umut arıyor olmak. Sürekli olumsuzluğun yayıldığı modern dünyada gelecek günlerin güzel olması umuduyla geleceği tasvir eden kitap ve filmlere sarılıyor olabilirim. Ama eğer durum buysa, elde ettiğim sonuç benim için bir hayal kırıklığı olmalı: Hangi yapıta elimi atsam felaket, açlık, savaş, yokluk, uzaylı yaratıklar ve zombiler (yürüyen ölüler) içeren hikayeler.

Diğer taraftan umut arıyorken umutsuzluk bulmama rağmen arayışım devam ediyorsa o zaman bu durumun farklı bir anlamı var: Belki esas olan arayışın kendisi. Daha iyiyi, daha güzeli, daha anlamlıyı arayış süreci. Özellikle Ursula K Le Guin‘i okurken bu boyut sık sık geliyor aklıma. Le Guin de çok parlak bir gelecek çizmiyor ama her romanı, her hikayesi kendi içinde bir evreni olan, yaşadığımız dünyanın dışında ama yaşadığımız dünyanın güncel insan ve dinamiklerle ilgili hikayeler bunlar. İkinciden tamamen kopuk olmayan ama onu aşan üçüncü senaryom şu: “Bilim-kurgu aslında gelecekle ilgili değil, güncel hayatın ta kendisi hakkında ama bugün varolmayan açılımlarla umut aradığı için ilgi çekici”.

Bu bakış açısı üzerine biraz daha düşünmek istiyorum: Bir roman (ya da farklı bir edebi eser) bir hikayeye odaklanıp onu en iyi şekilde anlatmaya gayret ederken Bilim-Kurgu, doğası gereği farklı ve alternatif bir dünya hayal etmeye odaklandığı için bana cazip geliyor olabilir. Yani bilim kurgunun temel yaklaşımındaki bu farklılık beni çekiyor; bu dünyayı beğenmediğim için daha iyisinin anlatıldığı bir ortamı cazip buluyorum. Yeni dünyalar, yeni ortamlar, yeni yapılar, yeni toplumlar, yeni canlılar, yeni her şey.

Bir anlamda yenilenme ihtiyaç ve hevesi.

Kendini ancak yazdıkça anlayan biri bu son açıklamayı kendime en yakını olarak değerlendiriyorum. Ama nedeni ne olursa olsun şunu biliyorum: Henüz bilim kurgu izleme ve okuma hevesimi alabilmiş değilim. Almaya da niyetim yok. Bugün yaşadığım dünyada bu yenilenme ihtiyacını karşılayan başka bir tür bulamıyorum.

Bulduğum için şanslıyım aslında: Modern hayat birçok imkanı elimizden aldığı halde hayal gücümüzü elimizden alamamış olmasının olumlu bir anlamı olmalı.

Ben kendi arayışımda devrimsel bir amaç bulamadım ama işin bir de bu boyutu var aslında. Bu yazıyı, sık sık adını andığım Ursula K. Le Guin’den bir alıntı ile bitirmek istiyorum:

“Ütopya ve Distopya entelektüel yerlerdir. Tutkuyla ve oyuncu bir ruhla yazarım. Hikayelerim ne acı uyarılar ne de ne yapmamız gerektiğine dair kılavuzlardır. Birçoğu, bana göre insanlık halinin komedisi, sonsuz çeşitlilikte dönüp dolaşıp, her zaman nasıl da az çok aynı yere geldiğimizin hatırlatıcısı ve o sonsuz çeşitliliğin gene de daha fazla alternatif ve olasılığın icadıyla kutlanmasıdır.
[…]
Bana göre önemli olan, belirli bir iyileşme umudu sunmak değil, hayal ürünü ama ikna edici bir alternatif gerçeklik sunarak kendi aklımı, böylelikle de okuyucunun aklını, şu anki yaşayış şeklimizin insanların yaşayabileceği tek yol olduğuna dair tembel ve ürkek düşünme alışkanlığından kurtarmaktır. Adaletsiz düzenin sorgusuz sualsiz devam etmesine izin veren bu atalettir çünkü.
Fantezi ve bilimkurgu, özünde okuyucunun mevcut, gerçek dünyasına alternatifler sunarlar. Genç insanlar, yaşama arzuları ve deneyim açlıkları ile alternatifleri, olasılıkları ve değişimi kucakladıklarından, genellikle bu tür hikayelere sıcaktırlar. Gerçek değişimin hayalinden bile korkar hale gelmiş birçok yetişkin, zaten bildiklerinin ya da bildiklerini düşündüklerinin ötesinde hiçbir şey görmedikleriyle övünerek, tüm hayali edebiyatı reddeder.”
--- Yalçın Arsan'ın şahsi web sitesi, tüm hakları saklıdır © 2002 - 2024 --- Kurumsal web sitesi Arsan Danışmanlık