“Yaratamazsınız!..”
Aslında uzun bir süredir gündemimizi meşgul ettiği halde ancak son aylarda başbakan seviyesinde bir yönlendirme olunca popüler hale gelen “yerli marka yaratabilir miyiz / yaratamaz mıyız?” tartışmasına Peugeot Türkiye Genel Müdürü Jean Pierre Vieux (bir çok diğer meslekdaşı gibi) olumsuz yanıt verdi: “Çok zor, yaratamazsınız!..”
CBNCE haberinde rastladığım bay Vieux bir çok yabancı yöneticinin yapacağı rasyonel çıkarımı yaptı, hatta ʻçok zor…ʼ tabirini de kullanarak ve görüşünü biraz da yumuşatarak aktardı: Yerli otomobil markası en az 10-11 model yaratmak, çok sayıda parçayı biraraya getirmek demekti, gereken yatırım tutarları çok fazlaydı ve algısal anlamda marka yaratmak uzun bir süreçti. Asıl önemli yorum ise röportajın sonundaydı: “Bu nedenlerle ben Türkiyeʼyi bir üretim merkezi olarak görüyorum…”
Siz yapın biz satalım…
Herhangi bir yanlış anlaşılmaya yer vermemek için sözkonusu ifadeyi kullanan kişinin kim olduğunu gözardı ederek incelemek gerekir, zira global yapılarda görevli bu seviye yöneticilerden ulusal yaklaşımları dikkate almalarını beklemek haksızlık olur. Uluslararası şirketlerin yönetim kademelerinde bu tip bir görüşün hakim olması son derece doğal; bu şirketler varolan düzenleri korumak, kendi çıkarlarını gözetmek zorunda.
Dolayısıyla kişisel kimlikleri bir kenara bırakır, bu bakış açısını global sermaye temsilcilerinin ortak yaklaşımı olarak görebilirsek yapılan yorumun anlamı netleşir: “Ülkenizde her türlü altyapı mevcut, vergi seviyesi makul, işçilik maliyeti uygun, iş gücü eğitimli. Ben burada üretim yapar ve hem iç pazara hem de dış pazarlara satış yaparak iyi para kazanırım…”
Bu kadar basit: “Siz yapın, biz satalım, para kazanalım, size de vergi ödeyelim ve hesaplaşalım.” Dışarıdan bakıldığında basit ve ekonomik açıdan adil gibi görünen ama bu aslında içi seni, dışı beni yakar cinsten bir argüman.
İşin anahtarı: Ortaklık anlaşmaları
Türkiyeʼde üretim yapan otomotiv markalarının hemen hepsi ağırlıklı yabancı sermaye yatırımı. Toyota, Honda gibi üreticiler tamamen yabancı sermaye yatırımı iken en büyük üç üretici Tofaş (Fiat), Ford Otosan ve Renaultʼda Türk yabancı hisse dağılımı eşite yakın, ancak bu firmalarda kullanılan temel teknolojiler yabancı kaynaklı. Motor, yürüyen aksam, aktarma organları ve aracın güvenlik donanımı tamamen yurtdışı stratejilere bağlı olarak tasarlanıyor, nerede üretileceği global olarak planlanıyor. Yapılan üretimlerde yerlileştirme oranı yüksek görünen modellerimiz var, ancak yerlileştirilen komponentlerdeki mühendisliğin tamamı yabancı kaynaklı. Bir bütün olarak Türkiyeʼde tasarlanıp üretilen önemli bir otomobil parçası (motor, şanzıman, motor yönetim sistemleri, elektronik aksam ve hatta süspansiyon gibi daha basit olanları bile) yok denecek kadar az.
Mühendisliğin yabancı kaynaklı olması üretim bizde olsa da uzun vadede bize kalıcı fayda sağlanmaması sonucunu getiriyor çünkü asıl değerli boyut olan entellektüel sermaye bize ait olmuyor. Daha da önemlisi üretilen ekonomik faydanın (kârın) da yabancı ortaklığın büyüklüğü ölçüsünde yurtdışına aktarılıyor olması: Tofaşʼdaki yabancı sermaye oranı %37.85, Ford Otosanʼda %41.2. Bu iki örnekten daha fazla yerli gibi gördüğümüz Renault da ise durum daha kötü: Üretim yapan Oyak Renaultʼda yabancı ortağın payı %49, dağıtım şirketi Renault-Maisʼde ise %51.
Aslında bu sadece bize özgü bir durum değil. Herhangi bir markanın herhangi bir ülkede yapılan üretimi için de aynı çark işliyor. Yani bu düzen dünyanın her yerinde aynı şekilde çalışıyor: Araçlar dünyanın her yerinde üretiliyor ama üretim tesisleri çok sınırlı bir getiri elde ediyor, yerel anlamda kalıcı avantaj oluşmuyor.
Sistemde kalıcı olarak kazanan tek bir taraf var: Üretim lisansını elinde bulunduran markalar. Türkiyeʼdeki üreticiler olarak bizler sadece bu markaların oluşturduğu eko-sistemin bir parçasıyız.
Ticari ʻEko-Sistemlerʼ
Daha çok doğal bilimlerde kullanılan ve ʻunsurlarının birbirini beslediği ve bu sayede kendi kendine yeten sistemlerʼ anlamına gelen eko-sistem tabiri son yıllarda ticari alanda da sıkça kullanılır oldu. Bizim örneğimizde üretim lisansını elinde tutan yapılar bu açıdan eko-sistemin sahibi olurken sistemin diğer unsurları (mesela bizim otomotiv üreticisi şirketlerimiz) bu sistemin sadece birer alt parçası olabiliyorlar.
Türkiyeʼde araç üretimi 1 milyonu çoktan aştı ve artmaya devam ediyor diye seviniyoruz ama bu artışın getirisi büyük ölçüde otomotiv eko-sisteminin sahiplerine gidiyor. Olaya sadece kâr paylaşımı açısından bakmak da büyük hata olur zira üretim arttıkça üretilen komponentler de artıyor yani daha çok sayıda motora, şanzımana, süspansiyon elemanına ihtiyaç duyuluyor. Bunlar da o markanın yarattığı eko-sistemin unsurlarından biri tarafından temin ediliyor. Bir çok örnekte markaların alt kuruluşları olarak kurulan ama farklı isimlere sahip yan sanayi üreticileri görmek mümkün.
Eko-sistemin her parçası geçici olarak birşeyler kazanıyor, ama gerçek anlamda sadece eko-sistemin sahibi kalkınıyor. Marka yaratabilir miyiz yaratamaz mıyız tartışmasının odaklanması gereken asıl soru bir markayı besleyecek eko-sistemi kurabilir miyiz kuramaz mıyız sorusudur.
Bunu ilk olarak Japonya, arkasından Kore yaptı, son 10 yıldır da Çin yapıyor: Kendi otomotiv markalarının nispeten kapalı ve korumalı bir lokal pazarda yapılanmalarını ve yavaş yavaş büyümelerini, teknoloji geliştirmelerini sağlayıp, iyice güçlendikten sonra ise global pazarlara açıyorlar.
Bizde klasik anlamda bir otomobil markası düşünüldüğünde bu tarz bir yaklaşımın oluşturulması zaten doygun bir yapıda olan otomotiv sektörü için gerçekçi görünmüyor; sektör yetkililerinin de her fırsatta “yaratamayız!..” yorumlarının nedeni bu.
Ancak teknolojik gelişimin çok hızlandığı ve çeşitlendiği bir dönemden geçmekte olduğumuzu unutmamalıyız; Özellikle otomotiv sektörünün temel teknik altyapısının içten yanmalı motordan elektrikli motora doğru kayarak teknik açıdan rekabet şartlarını belli bir ölçüde eşitlediğini varsaymak yerinde olur. Bu geçiş dönemi içinde büyük fırsatlar barındırıyor. Eğer otomotiv alanında şu ya da bu içerikte ulusal bir marka yaratma çabasına girişilecekse, doğru zaman bugün. Dün değildi, yarın ise çok geç olacak. Yapacaksak şimdi yapmalıyız…
Ulusal duyguları çok güçlü bir vatandaş değilim, ancak ticari açıdan kendi ülkemin kaynaklarının böylesine kolayca harcanmasına da üzülüyorum. Bu konuda belki de tesadüfen yaptığı bir konuşma ile devlet görüşü seviyesinde bir hareket yaratılmasına vesile olan Başbakanımızın ilk elektrikli Renault Megane araca talip olduğunu okuyunca daha da üzülüyorum.
Çünkü başbakanımızın kullanacağı Türkiyeʼde üretilmiş bu elektrikli aracın, Türkiye için hiç ama hiç bir kalıcı faydası olmayacak. Biz başbakanımız yerli üretilmiş bir elektrikli araca biniyor diye sevineceğiz ama asıl fayda yine dışarıya gidecek.
Jean Pierre Vieuxʼnun telaffuz ettiği bakış açısı haklı çıkacak; biz yine yaratamamış olacağız…
Sevgi ve saygılarımla
Yalçın Arsan
Yazının satış tablolarını da içeren pdf versiyonu için lütfen tıklayın: Otomotiv Karnesi Subat 2011